Korku & Kültür-Sanat,  Korku Sineması

Enys Men: Sürpizbozansız İnceleme

Bu yazı sürprizbozan bir ifade içermeden filmin genel tasviri üzerinden bir inceleme sunmayı amaçlamaktadır. Bazı ifadeler sürprizbozan gibi gözükebilir ancak bunlar seyir zevkini etkilemeyecektir. Çünkü bu film bildiğiniz filmlerden değil. Enys Men, 2022 yapımı deneysel bir korku denemesi. 1973 yılında izole bir adada özel bir çiçeği gözlemleyen bir araştırmacının gündelik hayatını merkezine alıyor yapım. Araştırmacının, telsiz ve belirli aralıklarla erzak getiren bir bot dışında kimseyle iletişimi yok. Ancak gözlemcinin sadece adadaki gündelik hayatını izleyeceğinizi zannetmeyin. Gerçek ve hayal arasındaki çizginin muğlaklaştığı derin ve hisli bir filmle karşı karşıyayız. Oluşturduğu anlatının ardında yatan tekinsizlik hissi, harika doğa çekimleri ve iyi müzik kullanımıyla ilginç bir deneyim sunuyor. Gerçek anlamda uzun zamandır izlediğim en olağanüstü film. Daha izlememin üzerinden bir hafta geçmiş olmasına rağmen her gün kafamı kurcalayan, sürekli düşündüğüm, tekrar izlemek istediğim, daha doğrusu tekrar deneyimlemek istediğim bir hale geldi. Sinemanın görsel anlatı gücünün çok farkında olan ve bunu çok iyi kullanan bir yapım. Syd Field’ın kitaplarında bahsettiği geleneksel Hollywood anlatısının sınırlarının dışına çıkarak yapım, iyi film/senaryo gerekliliklerini tekrar sorgulatıyor izleyicisine. Bu doğrultuda doğru sinemanın çizgisel olması gerektiği fikirlerinin yanında Enys Men görsel anlatı gücüyle bambaşka bir yere konumlanıyor. Yönetmen Mark Jenkin filmde yaşanan her şeyi anlamlandırmaya çalışan, her şeyi bir kalıba sokmaya çalışan ve herkesin o filmden onu çıkarması gerektiğini düşünen seyircilere aslında sinemanın sanat bağlamı itibariyle öyle olmak zorunda olmadığını gösteriyor. Bu sebeple Enys Men sadece bir film değil aynı zamanda bir deneyim.

Hikâye her ne kadar çizgisel bir anlatımda gözükse de filmin ilk dakikalarında, araştırmacının deftere 1973 Nisan tarihli notlar aldığını görüyoruz. Bir anda telsizden 1 Mayıs 1973 tarihinde gerçekleşmiş bir bot kazasında ölen bir denizcinin anısına dikilmiş bir anıttan bahsediliyor. Bu anıt ise filmin başında da gördüğümüz adanın tam ortasında mevcut olan taş anıt. Bu sebeple aslında filmin en başından itibaren yönetmen Mark Jenkins’in doğrudan hikâye anlatımı ve çizgisellik ile bir problemi olduğu görülebilir. Tabii bunu sinemada başka kimse yapmıyor mu diye düşünmek de gerekir. Elbette bu kırılmaları başarıyla yapan eserler mevcut ancak bu kadar başarılı yapan bir eser olarak Memento’yu sayabiliriz. Ancak Memento’da Nolan kardeşlerin hikâyenin en sonundan başlayarak geriye doğru anlatım kullandıkları senaryonun devrimsel özelliğini, hem geçmişi hem şu anı hem de geleceği aynı anda anlatmayı başarmasıyla Jenkins’in bir adım öteye taşıdığını düşünüyorum.

Filmin yukarda bahsettiğim taş anıt üzerinden kurduğu hikâye aslında keder ile bağlantılı. Keder duygusu insanın yaşayabileceği en yalnız duygulardan biri olarak nitelendirilebilir. Sevileni kaybetme durumu olarak da görebileceğimiz keder, aslında sevdiğimiz şeyi kaybetme durumu ile kalınan yalnızlığa işaret eder. Bu sevilen şey bir kişi, bir yer, bir evcil hayvan olabileceği gibi bazı durumlarda bir “zaman” bile olabilir. Diğer durumlarda kaybedilen şeye karşı keder hissetme duygusuna paralel olarak, yaşanılan zamanın yani kaybedilen/yitirilen zamanın tekrar geri gelmeyeceğini bilme durumu da kişide bir “keder” duygusu yaratabilir. İnsan; diğer kişilerin yaşadığı “keder” duygusunu anlayabilir, onlar için üzülebilir hatta onlarla bu duyguyu paylaşabilir ancak bu duygunun kişiye özel bir duygu olduğu durumunu değiştirmez. Diğer kişilerle bu duyguyu paylaştıkça kişinin hissi hafifleyebilir ancak yaşanılan bu durum, daha doğrusu kaybedilen şey sonsuza kadar kaybedilmiştir ve bu his artık insanın ayrılmaz bir parçası olarak orada kalacaktır. Bir “yara izi” gibi… Enys Men filmini bu bağlamda bir ağıt olarak görebilmek mümkün.

Eğer deneysel işlerden hoşlanıyorsanız ve kafanızı meşgul edecek farklı bir yapım arıyorsanız Enys Men tam size göre bir film olabilir. Filmin ayrıntılı okumasını yapma gereksinimi duymadım. Çünkü bazı sürpriz bozacak ya da sizin deneyimizi etkileyebilecek ifadeler içermesini istemedim. Zaten halihazırda internette filmin çok güzel okumalarını yapan yazılar mevcut. Ancak başta da söylediğim gibi bu film herkesin kendi kendine deneyimlemesi gereken bir eser. Ayrıca filmin korku türünde nitelendirilmesi sebebiyle geleneksel bir korku anlatısı beklenmemeli. Filmdeki korku hissini, bilmediğiniz bir yerde tek başınıza yürürken hissettiğiniz kaybolma korkusu ve yalnızlık hissi şeklinde özetleyebilirim. Bunların yanı sıra, filmin anlatısını oluşturan gerçek dışı bir zaman akışını deneyimlemek, filmin temel korku hissini oluşturuyor. Bu haliyle verdiği hislerin ve deneyimin başarılı A24 filmleriyle aynı seviyede olduğu söylenebilir. Ayrıca her ikisi de 1973 yapımı olan Don’t Look Now ve The Wicker Man filmleri ile de ortak bir payda da olduğu bir gerçek. Çünkü Jenkins’in filmde özellikle hikâyeyi 1973 yılında geçiriyor olması bir tesadüf olamaz diye düşünüyorum. Buna ek olarak oluşturulmaya çalışılan korku deneyimi de bu iki filme oldukça yakın.

1998 yılında Eskişehir'de dünyaya geldim. Sinema ile geç tanıştım ancak The Tree of Life'ı izledikten sonra sinemaya bakışım değişti ve filmleri farklı bir göz ile izlemeye başladım. Profondo Rosso ve The Shining'i defalarca izledikten sonra korku filmlerine olan ilgimin farkına vardım. Özellikle whodunit filmlerine hayranlık duyuyorum ve şimdi de korku101de sinema yazılarımla karşınızda olacağım.

Bir Cevap Yazın

Korku101 sitesinden daha fazla şey keşfedin

Okumaya devam etmek ve tüm arşive erişim kazanmak için hemen abone olun.

Okumaya Devam Edin